Son günlerde yaşanan olaylar, özellikle İsrail'in Gazze'deki katliamı ve Lübnan sınırına sınırlı saldırıları, İran'la oynanan anonim oyunun kurallarını ciddi şekilde ihlal etti.

Hamas'ın 7 Ekim'de düzenlediği Mescid-i Aksa baskını sonrasında bölgedeki gerilim önemli ölçüde arttı. Henüz en kötü senaryo gerçekleşmemiş ve konvansiyonel savaş henüz başlamamışken, İsrail'in özellikle son aylarda İran ve Hamas'a yönelik saldırılarını artırdığı görülüyor. İran'ın Suriye'deki en üst düzey askeri yetkililerinden ve aynı zamanda diplomat olan General Razi Musavi, sadece 8 gün içinde Şam'daki evine düzenlenen hava saldırısında öldürüldü. Hamas'ın bir diğer üst düzey temsilcisi Salih el-Aruri, Beyrut'un Hizbullah'ın güçlü nüfuzuna sahip bölgelerinden Dahieh'e düzenlenen hava saldırısında öldürüldü. İran'ın ünlü generali Kasım Süleymani'nin memleketi Kerman'da düzenlenen anma törenine ABD tarafından düzenlendiği iddia edilen saldırıda 100'den fazla kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı. 2020'de Bağdat havaalanı.

Bütün bunlar, durumu ciddi şekilde ağırlaştırmayı amaçlayan bir politikaya işaret ediyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Bağdat'ta düzenlediği saldırılar, Şii Nucebaa hareketinin lideri Ekrem el-Kaabi'ye yakın olan Ebu Takva el-Saidi ve çok sayıda Haşdi Şabi komutanının ölümüne neden olsa da, Birleşmiş Milletler Devletlerin bölgede çatışma istemediğini ancak gerekirse İran cephesinde olması da etkili bir adım atabileceğini gösteriyor. Son 10 günde yaşananlar, özellikle İsrail'in Gazze'deki katliamı ve Lübnan sınırına sınırlı saldırıları, İran'la oynanan anonim oyunun kurallarını ciddi şekilde ihlal etti.

Kerman'daki saldırının sembolik önemi ve arka planda IŞİD gibi paralı bir terör örgütü tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile ölü sayısının yüksek olması, İsrail'in İran'ı ciddi şekilde çatışmanın içine çekmek istediğini açıkça gösteriyor. İbrahim Raisi'nin uzun süredir planlanan Türkiye gezisinin olayın ciddiyeti nedeniyle ertelenmesi, ülke içinde çeşitli seçeneklerin tartışıldığına ve Raisi'nin bu kritik günlerde ülkeden ayrılmak istemediğine işaret ediyor.

Tel Aviv'deki değişim taktiksel mi yoksa stratejik mi?

7 Ekim saldırısı genel olarak bir dönüm noktası olarak kabul edilse de her dönüm noktası gibi bu da uzun vadeli süreçlerin etkilerinden yoksun değil. Aslında İsrail ile İran arasındaki çatışmanın kökeni İran devriminin ilk günlerine kadar uzanıyor. Zamanla İsrail, önce kuzey sınırlarında Hizbullah'ın yükselişine tahammül etmek zorunda kaldı, Arap Baharı'nın ardından Suriye ve Irak, Tahran'ın kontrolüne girdi. Başlangıçta İsrail, işgaller ve iç savaşlarla zayıflayan Şii kuşağından doğrudan bir tehdit algılamadı, bunun yerine böyle bir oluşumu İslam dünyasındaki ana akım aktörler için daha az tehdit olarak gördü. Bununla birlikte, Husilerin Yemen'de iktidarı ele geçirmesi, Kızıldeniz'deki saldırılar ve gemilere el konulmasının da gösterdiği gibi, İsrail'e yönelik bir başka büyük darbe oldu. 7 Ekim saldırılarının stratejik önemi ve İran'ın son 20 yıldaki bölgesel kazanımlarının Hamas aracılığıyla İsrail'i ne ölçüde etkilediği göz önüne alındığında, İsrail, Tahran'ı durdurmak için "11 Eylül"ü bahane olarak kullanarak stratejisini değiştirmek zorunda kalacak. Nükleer silahın eşiğinde olan ülke bu amaçla provokatif adımlar atabilir.

Böyle bir senaryo, siyasi hayatı çatışmalara dayalı olan Binyamin Netanyahu için kurtuluş olabilir.

Netanyahu-Biden ikilemi

İsrail, 7 Ekim'den sonraki günlerde Filistin'e yönelik saldırılarında ve uluslararası diplomaside ABD'nin tam desteğini aldı ancak savaşı ilerletme konusunda Joe Biden yönetiminden aynı desteği alamadı. ABD, başta Hizbullah olmak üzere İsrail'in Şii örgütlerinin saldırılarına orantısız tepki vermekten kaçınmakla kalmadı, aynı zamanda Kızıldeniz'den Erbil'e kadar geniş bir alandaki saldırılarının çoğuna ölçülü askeri taktikler ve siyasi jestlerle karşılık vermeyi seçti. Aslında İran medyasında ABD'nin Tahran'a Filistin ve Hamas konusunda mesaj gönderdiği yönündeki iddialar, tüm olaylara rağmen ABD'nin küresel ittifakları ve vekalet bağları göz önüne alındığında İran'ı bölgesel denklemin dışında bırakmak istemediğini doğruluyor. Aynı şekilde, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın nükleer faaliyetlerine ilişkin uyarılarına rağmen Biden yönetimi henüz ciddi bir karşı önlem almamış, bunun yerine İran'ın dondurulan varlıkları konusunu gündeme getirerek, bunu kendi lehine kullanma niyetinde olduğunu göstermişti.

Tahran'ın kararı

İran'da hakim olan algıya göre ülke, devrim sonrasında benimsediği İsrail ve ABD karşıtı politikalarının bedelini ağır ödese de bölgedeki nüfuzunu modern dünyada benzeri görülmemiş bir düzeye çıkarmıştır. Ağır yaptırımların yüksek mali maliyeti ya da eski Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Rajoi'den General Kasım Süleymani'ye kadar pek çok üst düzey yetkilinin terör eylemlerinde suikasta uğraması ya da öldürülmesi uzun süredir devam eden bu gerçeği değiştirmiyor. Dolayısıyla Tahran, 2020'deki korkunç cinayete dikkatlice hesaplanmış bir füze saldırısıyla karşılık verirken, özellikle Suriye ve Irak'tan Yemen'e kadar üst düzey diplomat ve komutanlarının ölümlerine sert tepki vermekten kaçındı. Ancak İsrail'in geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği saldırılar, İsrail'in tam anlamıyla "tüm düğmelere aynı anda bastığını" gösteriyor. İsrail'in bu eylemlerinin kasıtlı adımlar mı olduğu yoksa Başbakan Netanyahu'nun hayatını kurtarmak için kullandığı yöntemler mi olduğu belli değil. Ancak yukarıdaki eylemler dikkate alındığında Tahran yönetiminin Tel Aviv'in tutumuna yönelik tutumunun yine de oldukça pasif ve yumuşak olduğu değerlendirilmelidir.

Madalyonun diğer yüzü ise İran'ın bu durumdan çıkmasının daha zor olduğunu gösteriyor. Tahran, ülke içinde ABD yaptırımlarının derinleştirdiği ciddi siyasi ve ekonomik krizlerin yanı sıra, yaygın olarak dile getirilen "En azından bölgedeki diğer ülkeler gibi değiliz, güvenliğimiz çok daha güçlü!" söylemiyle boğuşuyor. Retoriğini baltalayan eylemler karşısında pasifliğin eleştirisi

Yönetim, İbrahim Raisi hükümetiyle birlikte stratejik iç siyasi rezervlerini fiilen tüketiyor ve çeşitli sorunlardan sorumlu tuttuğu ılımlı reformcu grupların siyaset sahnesinden dışlanması, iç manevra alanını daha da daraltıyor.

İran'ın İsrail'in geniş kapsamlı saldırıları karşısında sessiz kalmaya devam etmesi bir tercihten ziyade zorunluluk haline gelecek ve İsrail üzerinde cesaretlendirici bir etki yaratacaktır. Öte yandan Husilerin son dönemdeki sert açıklamaları, İran'ın temkinli yaklaşımının en yakın müttefikleri tarafından bile sorgulanmaya başladığını gösteriyor. Devrim yorgunu İran'da, 44 yıllık acı sloganların şimdi değilse bile ne zaman meyve vereceği sorusu daha az önem taşıyor, ancak bu konu genellikle daha ideolojik güdümlü bölgesel müttefikler tarafından gündeme getiriliyor. Kısacası zor bir seçimle karşı karşıya kalan Tahran'ın Netanyahu'nun son saldırılarına vereceği tepki bölgenin geleceği açısından belirleyici olacak. İran, bu uzun vadeli tablonun kendi çıkarına olduğuna inanmaya devam ederse, saldırılar karşısında itidalli duruşunu korumaya devam edecek ve misilleme retoriğini belirsiz bir geleceğe bırakacaktır. Çünkü eninde sonunda İran'ın karar alıcıları, İsrail'le geniş çaplı bir çatışmanın çok geçmeden geleneksel iki taraflı savaşın kapsamının ötesine geçeceğini anlayacaklardır.

 

Konuyla ilgili