Türkiye'de kadın hakları ve cinsiyet eşitliği mücadelesi adı altında erkeğin aile içindeki konumuna yönelik saldırılar yeni sorunlar ve çatışmalar yaratıyor. Özellikle Mayıs 2011'de imzalanan "İstanbul Sözleşmesi" ailedeki gerilemeyi en üst düzeye taşıdı. Uzun vadeli, özenle geliştirilmiş bir plana dayalı çabalar "meyvesini" vermekte başarısız olmadı; bugün Türk toplumunda evlenme ve çocuk sahibi olma yaşı yükseldi, evlilik sayısı azaldı, boşanmalar arttı. Peki bir çözüm var mı?

Türkiye'deki aile krizinin tarihi, doğrudan Mustafa Kemal Atatürk'ün iktidara geldiği dönemle ilgilidir ve devletin laikleşme süreci, İslam'ın toplum yaşamındaki rolünü zayıflatmıştır. Bu da mevcut aile değerlerinin giderek bozulmasına neden oldu.

Özellikle Türkler arasında kadın hakları ve cinsiyet eşitliği mücadelesi adı altında erkeğin aile içindeki konumuna yönelik saldırılar yeni sorunlar ve çatışmalar yarattı.

Müslüman ülkeye Batılı yaşamın getirilmesiyle ilgilenen güçler, Türk halkının geleneklerinden, tarihinden ve dininden kaynaklanan aile değerlerini cinsiyet eşitliğine yönelik ana tehdit olarak değerlendirdi. "Kadının sadece 'anne' ve 'ev hanımı' olarak görüldüğü dini gelenekler kaybolmadan kadına yönelik ayrımcılığın durdurulamayacağını vurgulamaya başladılar.

Bu politikanın uygulanmasında eğitim ve ekonomi belirleyici rol oynadı. Eğitim sistemi gelecek neslin zihniyetini değiştirmeye odaklandı. Ayrıca erkekleri bez değiştirme, pencere temizleme, yemek pişirme gibi işler yaparken, kız çocuklarını ise inşaat işçisi veya kamyon şoförü olarak gösteren karikatürler de bu propagandanın bir parçası. Şu soru ortaya çıkıyor: Genç kızlar erkek kuaförü veya inşaat işçisi olursa, erkek çocuklar bez değiştirirse veya kadınlara yönelik diğer işleri yaparlarsa eşitlik sağlanabilecek mi?

AB'nin ana akım politikası "eşitliği" teşvik etmenin Türkiye'deki başarılarından bazıları arasında CEDAW (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme) ve İstanbul Sözleşmesi (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) yer almaktadır. Her iki anlaşma da LGBT gruplarından ve feminist hareketlerden etkilendi.

"Eşitlik"in üzgün savunucuları aileyi tehlikeli bir kurum olarak yorumluyor: Raporlar erkek egemen aileyi "şiddetin yeri" olarak tanımlıyor. Bu noktada manipülasyon ve çarpıtma içeren çalışmaların feminist iddiaları desteklemek amacıyla tasarlandığı pek kimsenin aklına gelmiyor. Aile düşmanları, namus kavramını ataerkil olmakla eleştiriyor, onu ayrımcılığı ve şiddeti sürekli kılan bir kontrol aracı olarak görüyor. Bunun sonucunda kadın hareketinin talepleri doğrultusunda tevazu, namus, erdem gibi terimler Türk Ceza Kanunu'ndan çıkarıldı.

Ayrıca Mayıs 2011'de "İstanbul Sözleşmesi" imzalandı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı beş yıllık (2008-2013) Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı'nı geliştirip uygulamaya koydu. Bu plana dayanarak uluslararası standartlara uygun bir takım kanunlar kabul edildi. Özellikle 2012 yılında, kadının sözünün ek belgeye ihtiyaç duymadan asıl delil olarak kabul edilmesine olanak tanıyan "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Hakkında Kanun"un kabul edilmesi, kamuoyunda güçlü protestolara neden oldu.

Müslümanların hayatlarına derinlemesine araştırılmadan uygulanan politikalar mevcut sorunları çözmedi, tam tersine aile krizini derinleştirdi. Ancak cinsiyet eşitliğinin aktif olarak teşvik edildiği diğer Avrupa ülkelerinde (İzlanda, Finlandiya, İsveç, Norveç) kadına yönelik şiddet, boşanma, intihar ve uyuşturucu bağımlılığının düzeyi arttı.

Bu ülkelerde 1960 yılından bu yana evliliklerin sayısı azalmış, boşanmalar ise artmıştır. İntihar, uyuşturucu kullanımı ve evlilik dışı doğumlar son 50 yılda arttı. Aslında bu ülkelerdeki her iki çocuktan biri evlilik dışı ilişkinin meyvesidir. Ayrıca kadına yönelik şiddet hâlâ yüksek düzeyde. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının 50 yıldır uygulandığı ülkelerde bu sorunları çözemediği görülüyor.

Bu tür uygulamalarda çocuğun anneye karşı haklarının dikkate alınmadığını da bilmeliyiz. Kadının çalışma hakkı lehine çocuk haklarının ihlali feministlerin ilgisini çekmiyor.

Toplumsal cinsiyet politikaları, kadın haklarını, kadının doğası veya koşulları açısından değil, "erkeklik" merceğinden tartışıyor. Bu erkek merkezli yaklaşım paradoksaldır ve kadınların kendileri için doğal olan haklara sahip olmasını engeller. Bu bakış açısına dayanan tartışmalar kadın ve erkek arasında çatışma yaratmakta ve aile güvenliğini zayıflatmaktadır. Bu bağlamdan doğan yasalar, kadınları kocalarını ihbar etmeye ve onları evden atmaya bile teşvik ediyor.

Bu tür hareketler açısından bakıldığında, annelerin cennetin anahtarı olduğuna dair eski fikirler reddediliyor ve anneliğin teşvik edilmesi kadınlar üzerinde bir baskı eylemidir. Kadınların annelerden, çocukların eğitimcilerinden ve partnerlerinden daha fazla "işçi" olmasının " adil" olduğu söyleniyor .

"Hak savunucuları" kadınları öncelikle anne olarak tanımlamayı aşağılayıcı buluyor, ancak onların siyahi işçilere dönüştürülmesine de itiraz etmiyor. Kadınların işgücüne katılımını eşitliğin temel göstergesi olarak görüyorlar. Bu da bu politikanın küresel kapitalist sistemle ilişkisini ortaya koyuyor. Avukatları aile içi şiddeti ve eşe uygulanan baskıyı tartışırken çoğu zaman kadınların işyerinde karşılaştığı sömürüyü görmezden geliyorlar.

Peki sonuç ne oldu? Sonunu düşünmeden alınan kararlar ve çabalar nedeniyle Türkiye'de evlilik sayıları hızla azalıyor, boşanma sayıları ise artıyor.

Özellikle 2008'den sonra Türkiye'de genç erkek ve kadınların evlenme oranları inanılmaz derecede azaldı. Karşılaştırıldığında, 2004'ten günümüze, özellikle 2016'dan sonra boşanma sayısında ciddi bir artış yaşandı. Bu, evli kişilerin de hızla boşanmanın yollarını aradığı anlamına geliyor.

Bu da aile kurumunun başarısız olduğu anlamına geliyor. Kadın hakları adına yapılan ajitasyonların arkasında adaletsizliğin açık bir tezahürü bulunsa da, kadın kocasını ilgili yerlere şikayet ederse, hiçbir değerlendirme yapılmaksızın dava kendi lehine sonuçlanıyor. Boşanmış bir kadın başka bir resmi aile kurmazsa, eski kocası ona hayatının geri kalan kısmı boyunca nafaka öder. Hatta bu devirde bir kadının resmi kayıt olmadan başka bir ülkeye dokunması ve orada yaşaması bile mümkün.

Bir Türk kadınının birçok kişinin gözü önünde kocasını dövdüğü, bir erkeğin ise ondan kaçmaya çalışıp başkalarının arkasına saklandığını gösteren videonun sosyal ağlarda geniş tartışmalara yol açması boşuna değil. Bu video bir yandan Türk toplumunun mevcut durumunu yansıtması açısından da önem taşıyor. Mağdur, İHA TV muhabirine röportaj vererek durumu şöyle anlattı:

"Eşimi aldatmasının ardından boşandım. Boşanma sürecinde eşimin şiddet uyguladığı iddiası nedeniyle hapse girdim. 6 ay cezaevinde kaldım. Ama ondan sonra bile beni tehdit etmekten vazgeçmiyor: "Sen benimle yaşıyorsun." Yoksa seni tekrar hapse attırırım" diyen Popisa, "Eşim ve ailesi beni müvekkillerimin önünde bile küçük düşürüyor. Bana hemen hemen her gün mesaj atıyorlar, beni arıyorlar. Aslında şiddet yasalarının uygulanması gerekiyor. karşı tarafa " dedi.

Günümüzde bu tür durumlara tanık olan genç erkeklerin aile kurma konusunda acele etmemeleri doğaldır. Bir diğer ciddi sorun ise mevcut durumun toplumda çeşitli yolsuzluklara yol açmasıdır.

2023 istatistiklerine göre Türkiye'nin toplam doğurganlık hızı tarihteki en düşük noktasına ulaştı: Doğurganlık oranı (bir kadının yaşamı boyunca doğurganlık oranı) 2001'de 2,38'den 2023'te 1,51'e düştü. Bu rakam, göç olmadan istikrarlı bir nüfusu sürdürmek için gereken 2,1'in çok altında.

2023 yılı verileri 2022 yılıyla karşılaştırıldığında toplam doğum sayısında yüzde 8 civarında azalma görüldü. Bu durumdan endişe duyan Türk hükümeti yeni bir demografik politika planı hazırlıyor.

Özellikle Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, doğum oranlarındaki düşüşün nedenlerini ve artırıcı önlemleri kapsamlı bir şekilde incelemek üzere "Yüksek Nüfus Kurulu" kurulacağını duyurdu. Yılmaz, başkanlığını yaptığı konseyin, cumhurbaşkanı kararnamesi ile önümüzdeki günlerde çalışmalara başlayacağını söyledi.

Aynı zamanda TBMM boşanma sürecinde bekleme süresine ilişkin değişiklikleri de kabul etti.

Yeni yasaya göre boşanmanın reddedilmesinin ardından çift yeniden birlikte hayatlarına devam edemezse önceki 3 yıl yerine 1 yıl sonra yeni dava açabilecek.

Dolayısıyla boşanmanın reddedilmesi ve eşlerin 1 yıl içerisinde birlikte yaşamlarını sürdürememesi halinde evlilikleri bozulmuş sayılır ve eşlerden birinin talebi üzerine mahkeme boşanmaya karar verir.

Türkiye'deki aile krizine baktığımızda toplumun İslami değerlerden uzaklaşmasının birçok trajedinin sebebi olduğunu anlıyoruz . İlahi söz, ailede kadın ve erkeğin değişmez görevlerini tanımlar. Bu görevler birbirinden farklı olabilir ancak birbirlerini tamamladıklarını unutmamak önemlidir.

Peki bu sorunun İslam'daki çözümü nedir?

Temel kriterimiz olan İslam, sorunun kaynağına, sorunun köküne müdahale edilmesini savunur.

Ailenin toplumun küçük bir parçası olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla toplumun potansiyeli onu ayakta tutan aile kurumunun sağlıklı ve potansiyeline bağlıdır. Gücü aile üyelerinin birlik ve ahlakından gelir.

İslâm meseleye bu açıdan bakar. Ona göre toplumdaki insanların inançları ve sosyal ilişki anlayışları ele alınmalıdır. Bu sayede aile ve toplum kurumlarının sorunları ortadan kalkar. Yani, eğer krizi gerçekten bitirmek istiyorsak, mevzuatımızı cezai önerilerle doldurmadan önce, sorunun toplumsal temelini reforme etmemiz gerekiyor.

Muamele de üç yönlüdür; birincisi asil bir ideoloji olarak geniş çapta İslami eğitimin önünü açmak; ikinci taraf farkındalıktır; üçüncüsü ise en önemli husus, aile bireylerinin, özellikle de çocukların sağlıklı aile anlayışını zedeleyen yanlış düşünce ve propagandaların önünü kapatmaktır. Bu üç şey önemlidir: Eğitim, farkındalık ve kendi değerlerimize dayanan yabancı fikirlere karşı bilinçli olarak korunmak.

Bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashabından birine şöyle buyurmuştur: "Bir kadın bir erkekle üç sebepten dolayı nikahlanır: Zenginliği için, nesli için, güzelliği için ve güzel bir şey için. onun dini." Bu nedenle adananınızı seçin ve ellerinizi yere koyun.

Bir başka olay: Bir adam Ömer'in önünde karısından boşanmak istediğini söylüyor. Hazreti Ömer kendisine bunun nedenini sorunca "karısını sevmediğini" söyledi. Sonra Umarul Farooq o adama şöyle dedi: "Her aile sevgi üzerine mi kuruludur?" Asalet ve sorumluluk bunun neresinde?" diye soruyor ve eşinden hoşnutsuzluğun boşanma sebebi olamayacağını söylüyorlar. Benzer bir başka vakada bizzat Hazreti Ömer bir kadına şöyle demişti: "Bütün aileler sevgi üzerine kurulmaz. Dolayısıyla insanlar İslam'ı ve iyiliği yaşayacaklardır."

Tarihimize baktığımızda İslam dinimizin öğretileri bize vicdan denilen mahkemeye tabi, dindar bir toplum sunmanın garantisini vermektedir. Şüphesiz İslam, kadını desteksiz bırakmayan, erkeğin zulmünü desteklemeyen bir öğretidir!

Konuyla ilgili